gonulpaksoyfoto

BEZDEN HEYKELLERE DÖNÜŞEN
SIRADIŞI 90 KARAKTER

Bu topraklarda doğmayı ve yaşamayı şans olarak gören, ülkesinden ilham alan bir sanatçı Gönül Paksoy. Tek bir alanla sınırlandırılamayacak kadar yetenekli, çok yönlü, vizyonu geniş bir isim. Tasarladığı kıyafetlerle birçok ünlü ismi giydiriyor ama keskin biçimde “benim modayla işim yok” diyor; onun koleksiyonu “zamansız bir sadeliğin” ürünü... Aksesuar tasarımları, takı tasarımları zengin bir birikimden süzülen benzersiz eserler. Hazırladığı sofralar bir yıl boyunca konuşulan, kitapları ödül alan bir yemek yazarı. Arkeolojik eserleri toplamayı ve korumayı yaşadığı coğrafyaya karşı görev kabul eden iyi bir koleksiyoner. Ve tabii ki sıra dışı bez bebekleri... İki küçük çocuğun engin hayal gücüyle ortaya çıkan 90 karakterin adeta bez heykellere dönüşmesi, çocuklara çok değer veren bir büyüğün cesaretinin ürünü. İlk kez 12 yıl önce sergilenen ve oldukça ses getiren bez bebekleri ile Gönül Paksoy, kasım ayında İTÜ Rektörlük Sanat Galerisine konuk olacak. Sergiyi en çok çocukların ve gençlerin ziyaret etmesini istiyor... “Ekran bağımlılığından kurtulmalılar” dediği yeni nesli, hayalgücü ve duyguların arkadaşlığından doğan bez bebekler sergisini gezmeye, saf yanlarını her yaşta taze tutmaya çağırıyor. Paksoy ile sanat yaşamını ve bez bebeklerin öyküsünü konuştuk...


ITURSG_GP_2

Siz tek bir alanla sınırlandırılamayacak çok yönlü bir sanat yaşamına ve yanı sıra akademik bir kimliğe sahipsiniz... Her biri ayrı bir röportaj konusu olacak çalışmalarınızı özetlemek ve sizi kısaca tanımak gerekirse, Gönül Paksoy kimdir?

Kimya Mühendisliği eğitimi aldım. Sonra söylediğiniz gibi akademik kariyer yaptım. Üniversitede 15 yıl öyle geçti. Ama bir yandan da sanatla bağım hep vardı. Ortaöğretim yıllarımdan itibaren, resimde yaşıtlarıma göre biraz daha ilerde bir çocuktum. Uluslararası derecelerim var ortaokul ve lise yıllarımdan; biri Japonya’dan diğeri Amerika’dan... Ama tabii bunları tek başıma yapmadım. Açıkçası yetenekleri keşfedilmiş şanslı çocuklardan biriyim diyebilirim. Ben büyürken yeteneklerimin farkında olarak büyüdüm. Sanırım anne babaların hayalindeki çocuktum hem derslerim iyiydi, matematik ve fende başarılıydım hem de sanat derslerinde bir o kadar başarılıydım. Ailemizde de baskı yoktu. Yani şu veya bu olacaksın diye hiç birimize en ufak bir baskı olmadı. Başarılı olduğumuz alanda destekledi annem. Babamı zaten çok küçük yaşta kaybettik. Onun için bizde en çok anne figürü var. Ve hepimizi çok destekleyen bir anne... Akademik eğitimimi kimya üzerine aldım ama resmi hiçbir zaman bırakmadım. Annem üniversite yıllarımda açtığım sergiye geldiğinde bana “Okulu bir yıl uzatabilirsin” demişti; ben sadece sömestr uzattım... Sonra üniversitedeki kariyerime ara verdim. Çünkü üniversitelerdeki bazı uygulamalar nedeniyle artık kendimi çok da özgür hissetmiyordum. Bir yandan da kardeşlerim birlikte bir şeyler yapalım diye ısrar ediyorlardı. Bir şeye güvenebiliyorsanız, cesaretli hareket edebiliyorsunuz. Ben biraz düşünerek hareket ettim ama güvendiğim şey kendi yeteneklerimdi.


Kimya mühendisliği üzerine aldığınız eğitimin resim çalışmalarınızı destekleyici etkisi oldu mu?

Mühendis kimliğimi hiç bırakamıyorum... Bir tarafta o matematik düzen var diğer tarafta sanattan ödün vermeyen biri var. Düşünün ki asistan sınavına girdiğimde bir soru vardı: “Sınavı kazanırsanız hangi projeyi yapmak istersiniz?” Ben de sanat ile bilimin tam orta noktasında olmak istediğimi söylemiştim. Doğal boyalarla ilgili bir proje yapmak istiyorum demiştim. Daha sonra sınavı birincilikle kazandım. Hocam İngilizdi. Bana “Çok güzel bir proje yazmışsın ama ben seni oradan başlatırsam çok yararlı olamam. Biraz temelsiz olur. Sentetik boyalara gideceğiz. Ben seni katrandan başlatacağım. Katranın analizi ile başlayacaksın. Sonra sentetik boya sentezi ve sonrası sana kalmış” dedi. Önce biraz şevkim kırıldı ama çalışmaya başladığımda kendimi yine şanslı hissettim. Ben sık sık böyle şanslı hissediyorum... Ve ondan sonra hep doğal boya girdi hayatıma. Ben doktoram bitince resim yapamadım açıkçası. Tek adamların yönettiği bir yerde olmak beni rahatsız ediyordu açıkçası. Ve onun üstüne birdenbire tasarım hayatıma girdi. 


Tasarımcı Gönül Paksoy’a giden yola çıktınız...

Aslında başlarda “tasarım yapmak üniversitede hoca olmaya benzemez, herkes yapamaz” gibi eleştiriler aldım. Ama burada da hem bir önceki eğitimimi, kendime verdiğim emeği ve bana verilen emeği boşa çıkarmadım. Şimdi tasarım yapanlar arasında bir farkım varsa o fark bu temelden geliyor. Benim esasında sanatın birçok dalına ilgim var, özellikle arkeolojiye müthiş bir merakım var. Ve düşünsenize böyle bir toprakta dünyaya geliyorsunuz. Bu çok büyük bir şans! Türkiye’de dünyaya geldiysem bu bir şanstır. Ve Çukurova çok olağanüstü bir bölge, her tarafından size ilham verecek kaynaklar fışkırıyor... Bir tarafa bakıyorsunuz muhteşem bir sarı görüyorsunuz, öbür tarafta kırmızılar. Güneşin değiştirdiği birçok renk, inanılmaz bir zenginlik içinde bu ülke. Ve en çok şu soruyu anlamakta zorluk çekiyorum: “Nereden ilham alıyorsunuz?” Herhangi bir yerden değil, bir şey aramıyorum çünkü benim için burada doğmuş olmak bu toprakların zenginliğini, değerlerini, üzerindeki medeniyetleri anlamış olmak yeterli zaten. Bunlarla tasarımı oluşturuyorsunuz. Doktora çalışmaları sırasında Türk halıları ve kilimleriyle ilgili çok çalışmam vardı. Kullanılan boyaları, boyama yöntemlerini ve bunun kilimlerin yaşlanmalarındaki etkisini araştırıyordum. Halı, kilimle ilgili bir iş olarak başladım ama sadece 1 ay kadar falan kaldı böyle bir şey. Birdenbire kendimi önce takıların içinde buldum. Atölye açıldığı günden itibaren popüler bir yer oldu. Hiçbir ilan vermedim, reklam yapmadım... Ondan bir sene sonra takı zaten tek başına devam edecek bir şey değildi ve ben boya ile ilgili bir şey yapmak istiyordum. Sonunda hem boya hem tekstil hem kumaş yani her şeyin içinde olduğu bir alana daldım. Zaten amatör olarak çocukluğumdan beri birçok şey üretiyordum, bunların profesyonele dökülmesi oldu. Çukurova Üniversitesi’nde çalışırken her gün birine bir şey çiziyorum bir şey veriyorum evi için veriyorum giysisi için veriyorum takılarında değişiklikler yapıyorum, çocuklarla ilgili şeyler yapıyorum... Ama hep sessizce yapıyordum tüm bunları. Ben ortaokul ve liseyi yatılı okudum. Bu çalışmalarım ufak ufak gazetelerde falan görülmeye başlanınca eski arkadaşlarım aradılar ve hepsinin söylediği şuydu: “Hiç sürpriz değil bu başarı. Sakın üniversiteye dönme, bu yolda devam et.” Şu anda akademisyenliğe devam ediyorum aslında, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesinde sürdürülebilir tasarım anlatıyorum; bildiklerimi aktarmak bana iyi geliyor. Zaten o akademik terbiye biçimi sizi bırakmıyor. Öğretmek öne geçiyor, bir şeyi paylaşmak öne geçiyor... Çünkü bilgi paylaşılmadan sizin dünyayı terk etmeniz yanlış bir şey. Toprağa mı götüreceksiniz paylaşın diyorum. Bunun için Mimar Sinan’daki derslerim bana böyle bir paylaşma alanı verdi. 

ITURSG_GP_5

Tüm bunlara ek olarak bir de yemek ve sofra tasarımı alanında profesyonel bir kimliğiniz var. Özellikle geleneksel yeni yıl davetinizin konuklarınız üzerinde bıraktığı etki, tüm yıl konuşuluyor...

Yemek konusundaki çalışmam aslında şöyle başladı; yemeklerimi annem yapıyordu. Kendi evim var ve geliyorum dolapta annemin yaptığı yemekler, pişirmiş ve bırakmış. Kaç yaşına gelmişim, master bitmek üzereydi sanırım, Allah akıl vermiş yani bir yemek yapamayacak mıyım diye başladım. Sonra yemekle ilgili bir sürü kitap ve davet hayatıma girmeye başladı. Başlarken böyle bir kariyer hedefi koyduğumdan değil artık yemeklerimi annem yapmasın ayıp oluyor diye çıkmıştım yola... Bir baktım ödüller alıyorum. Kitaplarımdan biri dünyanın en inovatif cookbook’u seçildi. Diğeri birkaç ödül birden aldı. Evet bir davet yapıyorum her yıl. Bu da paylaşma isteğinden kaynaklanan bir şey. Ama tabii sınırlı sayıda insana ulaştırabiliyorsunuz, daha çok kişiye ulaşması için kitaplaştırmam gerekiyordu. Yemekte anneannemden aldığım şeyler var. Çünkü çok yaratıcı ve anında bir şey tasarlayıp yapabilen öyle hoş bir kadındı. Ve çocukluğumu daha çok anneannemde geçirdim. İlk torun olduğum için biraz şımartılan çocuktum. Annemin sofraları düşünebileceğiniz en rafine, en sade sofralardı. En sade yemekleri yapardı. Anneanneminki ise farklıydı. Şimdi ben mesela annemin ıspanak salatasından çıkıp çilekli ıspanak yaptım. Herkes çilekle ıspanağı nasıl bir araya getirdin dedi. Annem vişne ile ıspanağı bir araya getiriyordu. Ve öyle bir salata yapıyordu. Vişneli ıspanak. Ben onu çileğin etrafını sararak başka bir şey yaptım...


Giysilerinizle birçok ünlü ismi giydiriyorsunuz yıllardır... Gönül Paksoy koleksiyonundan ayrılmayan bir kitleniz var ama sadece takip edenler biliyor tasarladığınız giysileri...

Herkes böyle işlerle uğraşanların bir defile yapmasını bekler. Ben hiçbir zaman böyle bir şeyi düşünmedim çünkü hiçbir zaman moda olan bir şey yapmadım. Moda ile ilgim yok. Japonlar benim yaptıklarıma şöyle bir isim koydu: “zamansız sadelik.” Japonya’daki sergimin ismi de zamansız sadelik oldu. Yaptığım işlere çok da yakıştı bu cümle. Onun için şimdi zamansız sadelik ya da daha önce kardeşimin önerisiyle “Koleksiyondan Kreasyona Gönül Paksoy” diyoruz. Mesela “koleksiyondan kreasyona boncuk”, “koleksiyondan kreasyona kostümler” gibi...

Peki bez bebeklerin hikayesi?

Bez bebekler çocukların bir şeyler yapma isteğinden doğdu. Ben de çocukken her yaz bir şey üretiyordum. Bazen ağaç kabuklarından ya da deniz kabuklarından heykeller, bazen bez bebekler falan... Kardeşlerimden birinin oğlu anaokuluna başlamıştı, çizdiği resimleri kullanarak onlara kazak yapayım istedim fakat o dönem işlerimin arasında onu planlayamadım ve onları değerlendiremeden gitti... İkinci kardeşimin oğlu ise çoğunlukla burada resim yapıyordu. Geliyor vitrini boşaltıyor, defteri koyuyor, oturuyor resim yapıyor. Çok çok güzel resim yapıyordu. Onun resimlerinden bir seri kazak yaptım. Çocuk kazaklarıydı ve büyük kısmı hediyeydi, bir kısmını ise yabancı müşterilerimiz satın aldılar. Bir dönem bir çocuk kokusu yapmıştım, onda da yeğenimin resimlerinden birini kullandım şişenin üzerinde. Çok beğenildi. Daha sonra diğer kardeşimin iki çocuğu geldi. Abi kardeş iki yaş var aralarında. Onlar da çok güzel resim yapıyordu. O resimlerden bir karakter seçtim. O da ayağını çöp kutusuna sokmuş kızdı. Bunu atölyede uyguladılar. Fakat bazı teknik hataları vardı, o teknik sorunları çözdüm. Sonra çok sayıda kumaş seçtim. Bir iki tane daha yaptım. Onların her biri bir öncekinden daha iyi olunca daha cesaretle artık daha fazlasını yapabilirim düşüncesiyle devam ettim. Çok miktarda kumaş seçtim. Bunların hepsi benim boyadığım kumaşlardı. Yani buraya ait kumaşlardı. Bunlara bazı aksesuar olabilecek malzemeler topladım. En az 500 farklı kumaş vardı. Çocuklar da atölyede kendi yaptıkları karakterler için kumaş seçtiler. Bebeklerin isimlerini de onlar koydular zaten öyle isimleri ben koyamam ancak Miro gibi biri koyabilir sanırım... Sonra bunların sayısı artmaya başladığında, bu defa başka bir şey oldu, bez heykellere dönüştüler. Doksan karakter oldu. Sonra kitapları hazırlandı. Sergi yapalım istedik. Çok güzel bir sergi oldu. Bunun ne kadar güzel olduğunu benim söylemem yeterli değil. O gün yazılanlara bakarsanız, hem gazetelerde hem bir anı defterinde, bu sergiyi hep tekrarlamak gereğini duyarsınız. Bu öyle doğan bir sergi. Bir ay için açmıştık, üç buçuk ay kaldı. Ve İstanbul’un çok karlı bir kışındaydı. Neredeyse herkes buradaydı. Çocuklar, büyükler, okullar, bir sürü şey vardı. Hepsinin yazdıklarından çok etkilendim, doğru bir proje yaptığıma inandım. Tema şuydu; “Yetenekler kaybolmasın, el verin çocuklara.” Çünkü gördüğümüzden daha fazla yetenekli insan var... Ama kimileri bazı imkanlara sahip oluyor ve birileri onların yeteneklerinin farkına varıyor ya da bazıları kendileri yeteneklerini keşfedebiliyor. Ama bazıları da hiç fark edilmeden kaybolup gidebiliyor. Ben bu projeyi yaptığım zaman eleştirenler de oldu; “neden yakınındaki çocuklarla yaptı” diye... En yakınınızdakiyle başlamak kadar doğal bir şey yok. Ama o çocuklar olmasaydı zaten başka çocuklarla başlardım. Mesela Ali Poyrazoğlu deftere şöyle bir şey yazmıştı; “Gönül beni şaşırtmaya devam ediyorsun. Umarım bu bebekler hiç ayrılmazlar ve bir gün bir yerlerden yine bizimle bakışırlar.” Bir köşe yazısı da yazmıştı, çok güzel bir yazıydı. Mesela bir anaokulu öğretmeni Ankara’dan gelmiş sergiyi gezmek için, deftere çok başarılı bir proje olduğunu yazmış ve “Keşke çocuklarım da görseydi, Ankara’da da olsaydı” demiş. Türkiye dışında birçok yerde sergilendi. Her yerde çok çok ilgi gören bir sergi oldu. Bazılarına göre benim yaptığım en iyi proje... Bir sosyal sorumluluğu da olsun istedim. Ve bunların içinden üç karakteri çoğalttık. Çünkü ben bu doksan karakteri bozmak istemedim, doksan kişilik bir aile diye düşünüyorum. Bunu bozmak istemiyorum. Üç tanesini çoğalttık. Bunların ve kitapların satışından elde ettiğimizle geliri bir ilköğretim okuluna kütüphane yaparak kullandık. Elbette tüm masrafı karşılamadı ama itici güç oldu, üzerini tamamladık. Kütüphanenin mekan tasarımını kardeşim Şahin yaptı. İçinde yer alacak kitapları ise neredeyse tek tek seçtim, çok vakit ayırdım çünkü lüzumsuz bir şey almak istemedim. En sonunda güzel bir kütüphane oldu. İleride yine satış yapacak olursam, yine bu tarz bir projede kullanmak üzere yapacağım.


ITURSG_GP_4
Bez bebeklerin farklı yaşlardan bireyler için nostaljik bir değeri, saf bir temsili var. Teknolojiyle yoğrulmuş modern zamanların değişen eğlence anlayışı ile büyüyen bugünün çocukları için nasıl bir anlamı olabilir? Bu sergi aracılığıyla onların dikkatini çekmek istediğiniz bir mesaj var mı? 

Var tabii... Bir kere ekran bağımlılığından kurtulmak lazım. Bir şeye dokunmak, bir şeyi paylaşmak lazım. Bunu bir kayıp olarak görüyorum gençler adına. Gençlerdeki eksik kendi kültürlerinin farkında olmamaları. Derslerde de öncelikle söylediğim şey şu; özgün olmak için özünü bilmek lazım. Sonra hangi tasarımcının peşinden gidiyorsan git... Fakat sen kendi kültürünü bilmeden bir başkasının kültüründe bir şey yapamazsın. Doğup büyüdüğün toprakta bir şey öğrenemediysen nerede öğreneceksin? Hangi dalda eğitim görürlerse görsünler, önce kendilerini tanımaları lazım. Hani bir yabancı hayranlığı vardır -yabancıyı itmek değil elbette; dünya da hiç kimse itilmemeli- ama yabancı hayranlığı ile kendini neden onun çok gerisinde koyuyorsun? Sen de onların hayran olacağı bir duruma gelebilirsin. Bunu düşünmüyorlar... Bez bebeklerde çocuksu bir mesaj var; ben onlara naifliğinizi, çocukluğunuzu kaybetmeyin diyorum. Bez bebek yapmak isteyen tekstil ile uğraşan bir arkadaşım var. Bu sergiyi kaçırmış olanlardan biriydi. Kitabı aldı, ertesi gün telefon etti. Sabaha kadar kitabı incelemiş ve ben bez bebek yapmaktan vazgeçtim, bunun ötesi olmaz dedi. Bir makine değiliz biz. Dokunmak gerek... Babalarını çizmişler (Şahin ve Naz’ın yaptığı karakterleri kastediyor) Böyle midir baba? Tabii ki değil. Ama çocuk gözüyle bakıyor, başka bir şey var. En azından bunları hatırlatıyor. Ben çocukların bir şeyler bulacaklarını düşünüyorum. Büyükler buluyorlar ve çok mutlu oluyorlar. Burada defter dolusu yazılar yazıp, bebekler hep burada kalsın, hiç kalkmasın diyenler büyükler. Bez bebeği hiç unutmayan büyükler. Ama çocuklar da büyüyecekler. Onlar da büyüdüğünde sevecekler bez bebekleri. Ben bez bebekleri korumaya devam edeceğim. Büyük ihtimalle yapacağımız bir müzede kullanmayı planlıyorum. Bir de hiçbir başarı kolay olmuyor. Gönül Paksoy’u dünya tanıyor, birçok insanın aradığı, sorduğu, bulduğu bir marka olacaksın böyle olmuyor. Bununla yola çıkamıyorsunuz, planlasanız bile zor. Ama onun altı hakikaten doluysa ve doğru işler yapıyorsanız, bir yerlere mutlaka gelirsiniz. Çocuklara vermek istediğim mesaj bu; temeli olmadan üstüne bir şey yapamazlar. Asansörle çıkmak, bütün merdivenlerde neler olduğunu kaybettiriyor size. Merdivenle çıkarken her şeyi görüyorsunuz, yaşıyorsunuz. Düşünsenize karayolu ile giderken ne kadar yer görüyorsunuz ama uçakla hiçbir yeri görmüyorsunuz; sadece bulutlar, tepeden bakıyorsunuz.

 

Sergide yer alacak bez bebekler ne zamana ait çalışmalar?

Naz’ın 3-5 yaş, Şahin’in 5-7 yaş arası çizimleri. Sergiyi ilk açtığımızda biri 5, diğeri 7 yaşındaydı. Hemen herkesin söylediği bir şey var; “çocukları bu kadar ciddiye alıp, böyle bir proje yapmak herkesin yapacağı bir şey değil. Ne kadar şanslı çocuklar...” Belki ben de şanslı bir halayım ki bu resimleri yapabilen çocuklar var etrafımda. Başka çocuk aramak zorunda kalmadım. Şimdi bu sergide ne düşüneceklerini ben de merak ediyorum...

Son olarak İTÜ Rektörlük Sanat Galerisini bir sanatçı gözüyle değerlendirmenizi istesek...

Bir kere gecikmiş bir iş olarak görüyorum. Teknik üniversite gibi Türkiye’nin en köklü üniversitelerinden biri... Mühendis olmak dünyadan soyutlanmak anlamına gelmiyor. Yani illa iki kere iki dört etmiyor her zaman. İnsan hayatında farklı şeylere de yer olmalı. Umarım teknik üniversite örnek olacaktır diğer çoğu üniversiteye... Resim ya da müzik, sanatın herhangi bir dalı ile çocukların birleşmesinde yarar var. Sadece futbol seven insanlar yetiştiriyoruz; başka bir şey değil... Dolayısıyla çok olumlu bir şey olarak görüyorum. Umarım vazgeçmezsiniz. Gönüllüler var aranızda. Çok destek veren arkadaşlarınız var. sevgiyle yapıyorlar bunu. Öğrenciler de bunun farkında olsun...



ITURSG_GP_7